Yıldırım'ın Doğan Bey'le Konuşması

Yıldırım'ın Doğan Bey'le Konuşması

Yine akşamın alaca karanlığı çökmüş akşama kadar düş­man gözlemiş, onların hücumlarını püskürtmüş, gaziler na­mazlarını kılmışlar siperlerine dayanmışlardı.

Doğan Bey de gazilerin yanlarına uğrayarak onların kuv-ve-i maneviyyeferini yükseltecek sözler söyleyip hatır ve hal­lerini sora sora burçlarda dolaşıyordu. İşte o sırada düşman ordusunun arasında bütün heybetiyle ve bembeyaz atıyla, yıldırım sür'atiyle kefenini boynuna dolamış, üzerindeki yeşil cübbesinin eteklerini savura savura kanatlanmış gibi bir atlı­nın koştuğunu gördü. Biraz yaklaşınca gözlerine inanamadı. Gözlerini oğuşturdu. Bu vaziyette bu bir serap olamazdı. Evet O'ydu... Sevgili padişahı, Efendisi, Yıldırım Bayezid Han Hazretleri düşman ordusunun arasında, gecenin karanlı­ğına ters düşen, harbiye-i askeriyyenin 'kamuflaj' diye tabir ettiği araziye uyma kaidesini parça parça eden, beyaz atı, boynunda beyaz kefeni başında kar gibi bembeyaz sarığıyla süzüle süzüle geliyordu. Doğruca Doğan Bey'in üzerinde bulunduğu burca yaklaştı. Doğan Bey'i eliyle oraya koymuş gi­bi seslendi:

— Bre Doğan! Bre Doğan!

— Buyurun Sultanım, emredin!

— Halin nicedir iyi bilirim. Biraz gayret yetiştim, yarın in­şallah herşey hallolur.

— Beli Sultanım.

Sultan Yıldırım Bayezid Han, bu muhavereyi yapıp atını dönürdü. Burak misali uça uça gözden kayboldu.

Evet, Yıldırım Bayezid Han, o, kendine has lakabına uy­gun olarak, yıldırım hızıyla Niğbolu önlerine yetişmiş, çocuk­luk arkadaşı Doğan Bey'in kalesine haberci göndermeyip bizzat gitmişti. O alaca karanlıkta düşman ordusunun ortası­ndan, beyaz atı, beyaz, sarığı, boynunda ^efeni ile beyazlar içinde geçmesi ve görülmemesi zahiren mümkün görülme­mekle beraber, gönül ehlince mümkünsüz değildir.

Acaba sahib-i velayet Hüdavendigâr Gazi Hazretlerinden iras (miras) yoluyla mertebeler de mi almıştı Yıldırım Baye­zid han!? Belki de.,.

Sabah olunca Yıldırım Bayezid başta olmak üzere İslâm askeri, ehli salib üzerine saldırdılar. Ancak bu saldırı, bir tak­tik saldırışıydı. Hedef; mutlaka düşmanı imha edecekleri ye­re çekmekti. Bu sebeble hafif silahlarla mücehhez bir akıncı kuvveti düşmana savlet etmiş, bir müddet çarpıştıktan sonra yüzgeri ederek, düşmanı imha edebilecekleri sahraya çeke-b"lmişlerdi. Bazı tarihlerde, bu taktiği ya anlamıyan müver-rin'er veya anlamak istememelerinden dolayı, Akıncıların başi bozuk olarak saldırdıklarını, korkusuz Jan ve Mareşal Filip';n şövalyelerinin akıncıları bozguna uğrattıklarını ileri sürerkr. Halbuki olay dediğimiz gibi, düşmanı imha edilecek yere çe'Kme plânının tatbikinden başka birşey değildi.

Bir hilal gibi engebeli arazinin yamacına yayılan İslâm as­keri, akıncıların düşmanı istenilen noktaya getirdiğini görün­ce bir kıskaç gibi, hilali dairesel biçimde kapatmış, ancak kaçmak isteyenlere bir açık yol bırakarak, tarihin en büyük imha savaşlarından birini gerçekleştirmişlerdi.

Çok kanlı bir imha harbi bittiğinde, tarih H. 798/M. 1396 yılını gösteriyordu. Mareşal Filip, birçok Fransız ve Alman şövalyesi telef olmuşlar, Korkusuz Jan ise esir düşmüş, Si-gismund da açık bırakılan yoldan kaçmayı başarmış, fakat yurduna dönebilmek için aylarca tebdil-i kıyafet ederek do­laşmak zorunda kalmıştı.

Bu kesin mağlubiyet, Avrupa ülkeleri ve Papa trafından duyulunca yas ilan etmişler, günlerce kiliseler çanlarını acs acı çalarak insanlarını kiliselere toplayarak dualar etmişler­dir.
Top