TarihSayfası tarihsayfasi.com



Tebük

Huneyn savaşından kısa bir süre sonra İmparator Herakliyus Kudüs´e giden Kutsal yolu tekrar inşa ettirdi. Bu Kur´anda önceden haber verilen ve *O gün mü´min-ler sevineceklerdir» (Rum, 4) diye ifade edilen Bizanslıla­rın İranlılara karşı kesin zaferini noktalıyordu. İranlıların Suriye´den ve Mısır´dan askerlerini çekmek zorunda kal­maları da bir sevinç kaynağıydı. Fakat Suriye´de bir tehli­kenin yerini diğeri almıştı. îslâm devletinin sadece bu ta­raftan bir tehlike ile karşı karşıya olduğu söylenebilirdi. Medine´de Herakliyus´un Medine´ye karşı uzun bir sefer düzenlemek üzere ordusuna bir yıllık avans verdiği söy­lentileri dolaşıyordu. Bunun yanısıra Bizanslıların güney­de Belke´ya kadar geldikleri ve Lehm, Cudam, Gassan ve *Amile kabilelerini ele geçirdikleri söyleniyordu. Bu haber­ler bir bakıma abartma, bir bakıma da gerçeğin tam ter­si idi. Herakliyus´un îran seferi sırasında rüyasında kendi­sini İslâm´a çağırmak için mektup yazan adamla özdeşleş­tirdiği «sünnetli bir adamın» Suriye krallığını ele geçirili­şini gördüğü henüz herkesçe bilinmiyordu. Gördüğü rüya öylesine etkili ve açıktı ki Herakliyus´un güneye doğru ya­yılmasını engelledi ve bir dereceye kadar Suriye´yi savun­masına neden oldu. Herakliyus Kudüs´ten Humus´a çekil­mişti. Orada, tüm bu bölgenin fethedileceğinden emin ola­rak generallerine, kuzeydeki diğer bölgelere yayılmaması şartıyla Suriye bölgesini Peygamber (s.a.v.)´e veren bir an­laşma yapmayı önerdi. Generallerin bu fikre çok şaşırmalan ve kesinlikle karşı çıkmaları onun bu plânı yürürlük­ten* kaldırmasına neden oldu. Fakat Herakliyus gördüğü rüyayı hiçbir zaman unutmadı.

Aynı şekilde Peygamber (s.a.v.) de Allah´ın İslâm or­dularına Suriye kapılarını açacağından emindi. Ya zama­nının geldiğini düşünerek ya da kaçınılmaz kuzey seferi için ordularına deneyim kazandırmak için Biaznslılara kar­şı bir sefer düzenleyeceklerini açıkladı. Daha sonra şimdi­ye kadar kumanda ettiği en büyük ve en iyi silahlarla do­nanmış bir ordu kurmaya başladı. O zamana kadar, bu tür durumlarda asıl amacını gizli tutmak ve hazırlıkları müm­kün olduğu kadar gizli yapmak adetiydi. Fakat bu kez giz­lilik yoktur. Mekke´ye ve diğer müttefik kabilelere Suriye seferi için silahlı ve binekli adamlar göndermeleri için ha-ber gönderildi.

M.S. 630 yılının Ocak ayının başlarıydı. Mevsim her za­man sıcak olurdu, fakat o yıl bir kuraklık olmuştu ve ısı her zamankinden daha yüksekti. Aynı zamanda olgun ve taze meyve yeme zamanıydı. Bu iki durum sefere katılma­mak için ilk sebep teşkil ediyordu. Üçüncü neden ise im­paratorluk lejyonlarının dehşet verici şöhretiydi. Münafık­lar ve Müslümanlardan az samimi olanlar Peygamber fs. a.vj´e gelip çeşitli nedenler öne sürerek sefere gitmemek için izin istediler. Bedevilerin çoğu da böyle yaptı. Geride kalanlar içinde dört salih imanlı kişi de vardı: Ka´b îbn Malık, Hazreç´ten_iki kişi ve Evs´ten bir adam. Bunlar ev­de kalmak için kesin bir karar almamışlar ve Özürler Öne sürmemişlerdi. O mevsimde Medine´den ayrılmak onlara o kadar sevimsiz gelmişti ki, hazırlık yapmaya başlayama-mışlar ve bu işi bugünden yarma ertelenmişlerdi. Uyandık­larında ise vakit çok geçti ve birlikler gitmişti. Fakat ço­ğunluk hızla hazırlığa koyulmuşlar ve zenginler daha faz­la para yardımı yapma konusunda yarışmışlardı. Osman tek başına onbin adama alet ve binek sağladı. Böyle oldu­ğu halde gitmek isteyen herkese yetecek kadar binsk ve alet yoktu. O sırada inen bir âyet (Tevbe: 92) Peygamber (s.a.v.)´in binek ve alet sağlayamadığı için istemeyerek geri çevirdiği, bunun üzerine ağlamaya başlayan «yedi ağ­layan kişiyi ?beş fakir Ensar ve Muzeyne ile Gatafan dan iki bedevi hafızalara işliyordu.

Bütün bedevi müttefikler de katıldıktan sonra ordu, onbini atlı, otuz bin kişiye yaklaşmıştı. Şehrin dışına bir kamp kurulmuş ve herkes hazır olup Peygamber (s.a.v.) de yola çıkıp kumandayı ele alana kadar Ebu Bekirin yö­netimine verilmişti.

Peygamber (s.a.v.) Ali´ (r.)´yi. ailesine bakmak üzere Medine´de bırakmıştı. Fakat münafıklar Peygamber´in onu bir fazlalık olarak gördüğü ve gözünün önünden uzak tu­tarak ondan kurtulduğu söylentisini yaydılar. Bunu duyan Ali (r.) o kadar üzülmüştü ki zırhını giydi, silahlarını ku­şandı ve ona katılmak için yalvarmaya niyetlenerek Pey­gamber (s.a.v.) e ilk konaklardan birinde yetişti. Ona in­sanların neler konuştuklarını anlattı. O da: «Yalan söylü­yorlar. Geride bıraktıklarım için orada kalmanı emrediyo­rum. Geri dön ve beni hem kendi ailende, hem de benim ailemde temsil et. Ey Ali, benden sonra Peygamber gelme­mesinden başka, senin bana, Musa´nın Harun´a yakınlığı gibi yakın olmandan memnun değil misin?»[1] dedi.

Kuzeye doğru ilerlerken birgün sabah namazında Peygamber (s.a.v.) abdest almakta gecikti. Adamlar saf­lara dizilmişlerdi; namaz kılmadan önce güneşin doğma­sından korkana dek onu beklediler. Daha sonra Abdurrah-man îbn Avf (r.)´m imamlık yapmasına karar verildi Peygamber (s.a.v.) geldiğinde hemen hemen birinci rekatı bitirmişlerdi. Abdurrahman (r.) tam geri çekilecekken Peygamber (s.a.v.) onu yerinde kalması için itti ve ken­disi de cemaate katıldı. Cemaat, namazı bitirip selâm ve­rince Peygamber (s.a.v.) ayağa kalktı ve kaçırdığı rekatı kıldı. Bitirdikten sonra: «îyi yaptınız, çünkü hiçbir Pey­gamber ümmetinden takva sahibi binnin arkasında namaz kılmadıkça ölmez*[2] dedi.

O sırada Medine´de, yaklaşık olarak ordu yola çıktık­tan on gün sonra, geride kalan dört mü´minden biri olan Hazreç´li Ebu Hayseme (r.) çok sıcak bir günde bahçesin­deki ağaçların gölgesine gitti. Orada iki kulübe vardı. Ha­nımlarının, ikisi kulübeye de su serpmiş olduğunu gördü. İkisinin de kendisi için yemek hazırlamış ve içmesi için toprak testilerde su soğutulmuştu. Kulübelerden birisinin kapı eşiğinde ayakta durdu ve: «Allah´ın Rasulü güneşin sıcağı altında, sıcak rüzgarlarla kavrulmuş. Ebu Hayse­me ise serin bir gölgelikte onun için kendi evinde yemek ve hanımları hazırlanmış!» dedi. Daha sonra hanımlarına dönerek: «Vallahi, Allah´ın Rasulü´ne yetişmeden ikinizin de kulübesine girmeyeceğim. Bu nedenle benim için erzak hazırlayın» dedi. Hanımları onun için erzak hazırladılar. Ebu Hayseme devesini semerleyerek hızla ordunun arka­sından yola çıktı.

Medine´de Kudüs´e giden yolun hemen hemen tam or­tasında Peygamber (s.a.v.) bir gece: «İnşallah yarın Tebûk akarsuyuna ulaşacaksınız. Güneş kızana kadar oraya varamayacaksınız. Ona ulaşan kimse ben gelinceye kadar suya dokunmasın» dedi. Fakat oraya ilk varan iki kişi kay­naktan içtiler. Ordunun büyük bir kısmı geldiğinde bir kaç damla su kalmıştı. Peygamber (s.a.v.) bu- iki kişiyi sert bir dille azarladı ve birkaç kişiye çukurlarda bulabildikleri kadar suyu toplayıp eski bir deri parçasına doldurmaları­nı söyledi. Yeteri kadar su toplandığında kabın içinde el­lerini ve yüzünü yıkayıp kaynağın ağzını kapatan kayanın üstüne serpti ve ellerini onun üstünden geçirerek Allah´ın dilediği şekilde dua etti. Daha sonra gökgürültüsü gibi bir sesle birlikte su fışkırdı. Bütün adamlar ihtiyaçlarını kar­şıladıktan sonra bile hâlâ su akıyordu. Peygamber (s.a.v.), yanında duran Mu´az [3]döndü ve: *Ey Mu´az, belki sen bu yerin bahçelerle dolu bir vadi olduğunu görene kadar ya­şayacaksın» dedi. Gerçekten de söylediği gibi oldu.

Peygamber (s.a.v.) ordu ile yola çıkmayı kaçıran dört mü´minin hatası üzerine üzülmüş ve hayal kırıklığına uğ

ramıştı. Tebûk´e ulaştıktan birkaç gün sonra onlara yeti­şen Hayseme için de daha önceden üzülmüştü. Yalnız yol­cunun yaklaştığı görüldüğünde, henüz yüz hatları belirgin olmamasına rağmen Peygamber (s.a.v.) dua eder gibi: «Ebu Hayseme olsa!» dedi. Adam onlara yaklaşıp selâm verdi­ğinde de: «Yazıklar olsun sana Ebu Hayseme!» dedi. Fakat neler olduğunu dinledikten sonra onu affetti.

Ordu Tebûk´te yirmi gün kaldı. Bizans´tan gelen tehli­ke söylentilerinin gerçek olmadığı ortaya çıkmıştı. Diğ^r taraftan bu Suriye´nin fethi için uygun bir zaman da de­ğildi, Fakat o günlerde Peygamber {s.a.v.} Akabe körfe­zinde ve doğudaki sahillerde yaşayan hristiyan ve yahudi kabileleriyîe bir barış anlaşması yaptı. Yıllık haraç karşı­lığında onlara îslâm devletinin himayesi vadediliyordu. Daha sonra Peygamber (s.a.v.) Haüd (r.)´i yirmisi atlı dörtyüz kişiyle Tebûk´ün kuzey-doğusundaki Dumat el-Cendel´e göndererek ordunun geri kalan kısmıyla birlikte Medine´ye döndü. Bu Önemli kale Suriye´ye giden yollar­dan birinin ve Medine´den Irak´a giden yolun üzerindeydi. Buranın hristiyan yöneticisi Ukeydir, Halid (r.î tarafın­dan yenilip esir edilince çok şaşırmıştı. Halid, onu Medi­ne´ye götürdü. Ukeydir (r.), Medine´de Peygamber s.a v´e biat ederek Müslüman oldu.

80 TEBÛK´TEN SONRA

Bedir´den dönüş gibi, Tebûk´ten dönüş de üzüntülü olmuştu: yokluğu sırasında Peygamber (s.a.v.) ´in .kızların­dan biri daha, Ümmü Gülsüm (r.) ölmüştü. Bu sefer kızı­nın kocası da Medine´de değildi. Peygamber (s.a.v.) onun mezarı başında dua etti ve Osman (r.) ´a eğer bekâr bir kı­zı daha olsaydı kendisine vereceğini söyledi.

Sefere katılmayan münafıklar teker teker Peygam­ber (s.a.v.)´e gittiler ve özürlerini beyan ettiler. Peygam­ber (s.a.v.) onları, Allah´ın gizli düşünceleri bildiğini söy­leyerek uyarmasına rağmen, özürlerini kabul etti. Fakat geride kalan üç mü´mine, Allah´onlar hakkında hüküm verinceye kadar kendisinden uzak durmalarını ve diğer mü´minîere de bu üç kişiyle konuşmamalarını söyledi. Bu üç kişi Elli gün boyuûGa tttpEumdışı biı» hayat sürdüler; fakat ellinci gün sabah namazından sonra Peygamber (s.a.v.) mescidde Allah´ın onları affettiğini ilân etti. Bu ko­nu da nazil olan ayetler şöyleydi:

«(Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı), öyle kî, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti. Ve O´nun dışında (yine) Al­lah´tan başka bir sığınacak olmadığını İyice anladılar. Sonra tev-be etsinler diye onların tevbezlni kabul et´i. Şüphesiz Allah (yal­nızca) O tevbelerî kabul edendir.» (Tevbe: 118).

Cemaat sevince boğuldu ve birçoğu güzel haberi onla­ra vermek için mescidden aceleyle çıktılar. İçlerinden en gençleri olan Ka´b İbn Malik (r.) şehrin dışında kendisine tek kişilik bir çadır kurmuştu. Daha sonraki yıllarda, yak­laşan bir atm ayak seslerini ve «Ey Ka´b, müjde» diye bir bağırma duyduğunu ve nasıl hemen secdeye kapandığını anlatırdı. Bu iyi haberin affedilme haberinden başka bir şey olamayacağından emindi. Ka´b daha sonra mescide git­ti. -Peygamber (s.a.v.)´e selâm verdiğimde» dedi, «yüzü sevinçten parlıyordu. Bana: «Annenden doğduğundan beri geçirdiğin en güzel gün için sevin» dedi. «Ey Allah´ın Rasu-lü, bu senden mi, yoksa Allah´tan mı?» diye sordum. «Ha­yır Allah´tan» diye cevap verdi. Allah´ın Rasulü sevinçli bir haberden memnun olduğunda yüzü ay gibi parlardı».

Havazin´in lideri Malik (r.) Müslüman olduğundan be­ri boş durmuyordu. Beni Sakîf hâlâ Taif´e girilmez diye kendileriyle övünebilirlerdi; fakat şimdi tüm yönlerden uzak ve geniş Müslüman topluluklarıyla sarılmışlardı ve gönderdikleri her kervan yağmalanabilirdi. Hatta deve ve koyunları bile Malik´in adamları alır diye otlamaya dışarı çıkaramıyorlardı. Yanısıra Malik´in adamları ellerine dü­şen Sakif´iiler, putperestlikten vazgeçmedikçe serbest bı­rakmayacaklarını ve öldüreceklerini ilân etmişlerdi. Birkaç ay sonra Taif´liler Peygambere (s.a.v.) İslâm´ı kabul ede­ceklerini bildiren, buna karşılık halkın, mallarının ve top­raklarının güvenlikte olmasını isteyen bir anlaşma yap­mak üzere bir delege göndermekten başka seçenekleri ol­madığına karar verdiler.

Tebük´ten Ramazan´ın başında dönülmüştü. Aynı ay içinde Taiften delegeler Medine´ye geldi. Delegeler konuk­severce karşılandılar ve onlar için mescidin yakınma bir çadır kuruldu. Eğer Müslüman olurlarsa yerleşim bölge­lerinin îslâm devletinin koruması altında olmasına karar verildi. Fakat Peygamber (s.a.v.î onların ba^ı isteklerini kabul etmedi. Delegeler Lafın üç yıl kadar tahrip edilme­di den durmasını istediler. Peygamber (s.a.v.} bu isteği geri çevirince iki yıla, sonra bir yıla indirdiler, en sonunda bir ay mühlet istediler. Peygamber Cs.a.v.) buna da hayır de­di Daha sonra ona putlarını kendi elleriyle tahrip etmeme­leri ve hergun beş vakit namaz kılmamaları için yalvardı­lar. Onlara: «Namaz olmayan dinde hayır yoktur» diyerek namaz kılmaları gerektiğini söyledi. Fakat putlarını kendi elleriyle tahrip etmemeleri konusundaki önerilerini kabul etti. Urve´nin yeğeni Muğire´ye delegeler ile birlikte gitme­sini ve Mekke´den kendisine yardım etmek üzere Ebu Süf-yan´ı alıp Lat´ı tahrip etmesini emretti.

Müslüman olduktan sonra delegeler Ramazan´ın geri kalanını Medine´de oruç tutarak geçirdiler ve daha sonra Taife döndüler. Ebu Süfyan gruba Mekke´de katıldı, fakat putu kıran, tek elli Muğire idi. Muğire´nin kabilesi, Urve ile aynı kaderi paylaşmasından korkarak onun için bazı koruma önlemleri almışlardı. Fakat kınlan put için feryat eden kadın seslerinden başka bir müdahale olmadı.

Şehrin teslim olmasına en çok üzülen iki kişi, ne şeh­rin vatandaşı ne de Lat´m bağlılarmdandı. Peygamber (s. a. y.) Mekke üzerine yürüdüğünde, Hanzala´nm babası Ebu Amir ve ciritçi Vahşi, kendilerine yenilmez bir şehir olarak görünen Taife sığınmışlardı. Fakat şimdi nereye sı­ğınabileceklerdi? Ebu Amir, Suriye´ye kaçtı ve orada ken­di kendine ettiği bedduayı yerine getirerek «yalnız ve yu­vasız bir sürgün» olarak öldü[4]. Sakîf li bir adam Peygam­ber (s.a.v.)´in Müslüman olan hiç kimseyi öldürmediğini söylediğinde Vahşi hâlâ nereye gidebileceğini düşünüyor­du. Vahşi, bunun üzerine Medine´ye gitti, Peygamber (s.a. v ) ´e gidip kelime-i şehadet getirdi. O, böyle yaparken mü´-m inlerden biri onu Hamza´yı öldüren köle olduğunu anladı ve: «Ey Allah´ın Rasulü, bu Vahşi» dedi. «Olsun» dedi Pey­gamber (s.a.v.), «Çünkü bir kişinin İslâm´a girmesi benim içm bin kâfiri öldürmekten daha iyidir». Daha sonra gözle­ri, önündeki siyah yüzde gezindi: «Gerçekten sen Vahşi misin?» diye sordu. Adam doğrulaymca: -Otur ve Hamzayı nasıl öldürdüğünü bana anlat» dedi. Adam anlatmayı bitirdiğinde Peygamber ,(s.a.v.): Yazıklar olsun, yüzünü benden uzak tut, bırak da sana bir daha bakmayayım»[5] dedi.

Ebu Amtr´in kuzeni îbn Ubey´e gelince, Tebûk´ten bir ay sonra hastalandı ve birkaç hafta sonra ölmek üzere ol­duğu anlaşıldı. Eski kaynaklar, onun nasıl öldüğü (mü´min olarak mı, münafık olarak mı) konusunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Fakat Peygamber (s.a.v.î´in onun başın­da cenaze namazı kıldığı ve kabri başında dua ettiği ko­nusunda hepsi aynı fikirdedirler. Bir kaynağa göre Ömer (r.), Peygamber (s.a.v.î namaz için yerini aldığında onun yanına gitmiş ve bir münafığa bu kadar lütufta bulunma­ması için ona karşı çıkmıştı. Peygamber (s.a.v.) ona gülüm­seyerek şu cevabı verdi: «Ömer, arkama geç. Bana bir se­çenek verildi, ben de seçtim. Bana:

«Sen, ister onlar İçin bağışlanma dile ya da istersen onlar tçin bağışlama dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlama di´:sen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz» (Tevbe: 5) ,

denildi. Eğer yetmiş defadan fazla bağışlanma dilediğimde Allah´ın onları bağışlayacağını bilsem dualarımın sayısını artırırdım»[6]. Daha sonra namazı kıldırdı, tabutun yanında mezarlığa kadar yürüdü ve mezarın başında durdu. Bun­dan kısa bir süre sonra münafıklar hakkında, şu ayet na­zil

«Onlardan ölen bitinin namazım hiçbir zaman kılma, mezarı başında durma. Çünkü onlar Allah´a ve Rasulüne (karşı) küfre sap­tılar ve fasıklar olarak öldüler.» (Tevbe: 84). Fakat başka kaynaklara göre[7] bu âyet Tebûk´ten dön­dükten hemen sonra nazil olan vahyin bir bölümü idi. Bu âyet İbn Ubey´e uygulanamazdı, çünkü Peygamber onu hastalığı sırasında ziyaret etmiş ve Ölümün yakınlığının onu değiştirdiğini görmüştü. İbn Ubey, Peygamber (s.a.v.) -den öldüğünde kefenlenmek için bir elbisesini ve kabre kadar tabutunun yanında gitmesini istemiş, O da bunu kabul etmişti. Daha sonra da: «Ey Allah´ın Resulü, ümit ederim ki tabutumun yanında dua eder ve günahlarımın affı için Allah´tan bağışlanmamı dilersin» demişti. Pey­gamber (s.a.v.) yine kabul etmiş ve O Öldükten sonra da sözünü yerine getirmişti. Tüm bu olaylar sırasında ölen adamın oğlu Abdullah da vardı.

Peygamber (s.a.v.)´e elçiler gönderen tek kabile Saklf değildi. «Heyetler yılı» olarak anılan Hicret´in bu dokuzun­cu yılında Medine´ye Arabistan´ın her tarafından daha bir çok elçiler geldi. Bunlar arasında Yemen´in çeşitli bölgele­rinden gelen elçiler ve putperestliği bırakıp Müslüman ol­duklarını duyuran dört Himyerli Prensin mektupları da vardı. Peygamber (s.a.v.) onlara samimiyetle cevap verdi; onlara İslâm´ın emirlerini haber verdi. «Dinine bağlı olan bir yahudi veya bir hristiyanın dininden döndörülmeyece-ğini, fakat cizye (haraç) ödeyip, Allah´ın Rasulü´nûn hi­mayesi altında olacağını»[8] belirterek yahudi, hristiyan ve Müslümanlardan vergi toplamak üzere göndereceği elçile­re iyi davranmalarını emretti. Dinsel ayrılıklarla ilgili ola­rak nazil olan bir âyette şöyle denilfyordu.:

«Sizden her biriniz için bîr şeriat ve bir ydl yöntem kıldık. Eğer Allah[9] dileseydi, sizi bir tek ümmetten kılardı; ancak (bu) si­ze verdikleriyle sizi denemesi İçindir. Artik hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah´adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir» (Maide: 48).

Gelen heyetlerin hepsinden sonuç alınamıyordu. Bı´r Ma´un´daki katliamdan sorumlu olan Amir İbn Tufeyl şim­di Beni Amir´in başına gelmiş ve kabilesinin baskıları so­nucunda Medine´ye gelmek zorunda kalmıştı. Fakat cahil bir adamdı. İslâm´a karşılık Peygamber (s.a.v)´den kendi­sini halifesi olarak ilân etmesini istedi. Peygamber (s.a-v.). «O ne senin içindir ne de kabilen içindir» dedi. «O halde», dedi Amir, «Sen şehirlileri yönet, bana da göçebeleri ver... «Hayır» dedi. Peygamber (s.a.v.); «fakat sana süvarilerin idaresini veriyorum, çünkü sen atlardan anlayan bir adam­sın.» Bedevi lider için bu yeterli değildi. Hor görerek; «Bir-şeyim olmayacak mı yani?» dedi. Geriye dönerek: «Her ta­rafı sana karşı atlılar ve yayalarla dolduracağım» dedi. O gittikten sonra Peygamber (s.a.v.) dua etti. «Allah´ım, Be­ni Amir´e hidayet ver ve Tufeyl´in oğlu Amir´in şerrinden İslâm´ı kurtar.» Amir yolda bir saldırıya uğradı ve eve varmadan öldü. Kabilesi yeni bir temsilci kurulu gönder­di ve anlaşma yapıldı. Şair Labîd (r.) de elçilerden biriydi ve Müslüman olmuştu. Bundan sonra şairliği bırakmak is­tediği söyleniyordu. «Buna karşılık ´ Allah bana Kur´an´ı verdi» demişti. Fakat yine de yeteneklerini dinin hizmetin­de kullanarak Ölünceye dek şiir yazmaya devam etti.

Hac zamanı yaklaşıyordu. Peygamber (s.a.v.) hacılarla ilgilenme görevini Ebu Bekir (r.)´e verdi. Ebu Bekir (r.) Medine´den üçyüz kişiyle yola çıktı. Fakat onlar gittikten kısa bir süre sonra, Müslüman ve müşrik Mekke´ye giden tüm hacıların duyması gereken önemli bir âyet nazil oldu. Peygamber (s.a.v.) «Bana benim ailemden birinden başka­sı temsilci olamaz» dedi ve Ali (r.) ´e tüm hızıyla gidip hacı­lara yetişmesini söyledi, inen âyetleri Mina´da okuyacak ve o yıldan sonra Kâ´be´ye çıplak girilemeyeceğini ve put­perestlerin son defa Haç yaptıklarını ilân edecekti.

Ali Cr.) yetiştiğinde Ebu Bekir (r), topluluğa kuman­da etmek üzere mi geldiğini sordu. Ali (r.) onun kumandası altında olacağını söyledi ve birlikte yola çıktılar. Na­mazları Ebu Bekir kıldırdı ve hutbeleri de o okudu. Bay­ram günü, tüm hacılar kurbanlarını kesmek üzere Mina vadisinde toplandıklarında Ali (r.) ilahî mesajı açıkladı. Mesajın konusu, putperestlere serbestçe gidip gelme için dört ay mühlet verildiği, bu süreden sonra Allah´ın ve Ra-sulü´nün onlara, karşı bir sorumlulukları olmayacağıydı.

Onlara savaş ilan edilmişti. Bundan sonra görüldükleri yerde öldürülecek ya da esir alınacaklardı[10]. İki istisna ya­pılmıştı Peygamber (s.a.v.)´le özel anlaşması olan ve bu an­laşmaya uyanlar anlaşma süresi bitinceye etek güvenlikte olacaklardı, eğer bir putperest himaye isterse ona himaye verilecek, îsîâm ona tebliğ edildikten sonra emin bir yere yerleştirilecekti. Putperestlerin çıkarılmasıyla sadece tica­retlerinin durgunlaşacağını değil değerli hediyelerden de mahrum kalacaklarını zanneden yeni Müslüman olan Mekke´lilere hitaben yeni bir âyet nazil olmuştu:

«Ey iman edenler, müşrikler ancak pisliktirler; öyleyse bu yıl­larından sonra artık Mesciâ-i Harama yaklaşmasmlar. Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız. Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar. Hiç şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.» (Tevbe: 25).

Peygamber (s.a.v.) Hicret´ten sonra onuncu yıl olan ertesi yıl hemen hemen tümünü evde geçirdi. İbrahim, yü­rümeye başlamıştı ve henüz Konuşmaya başlıyordu. Ha­san (r.) ve Hüseyin (r.)´in, Zeyneb Cr.) adında bir kızkar-deşleri olmuştu ve Fatıma (r.) dördüncü bir çocuk bekli­yordu. Ailenin diğer yakınları arasında Cafer (r.)´in üç oğlu vardı. Cafer´in ölümünden sonra Esma (r.) ile evlen­diği için bu üç çocuk Ebu Bekir (r.)´in üvey oğullan olu-

yordu. Esma (r.) da bir bebek bekliyordu. Peygamber (s.a. v). Esma´nm kardeşi Ümmü´1-Fadl (r.)´ı çok severdi. Mek­ke´de iken sık sık onu ziyaret etmek adetiydi. Abbas (r.) Medine´ye yerleştiğinden beri yine sık sık ziyaret ediyordu. En büyük oğulları Fadl fr.) olgunlaşmış ve Peygamber (s. a.v.) tarafından sevildiğini gösteren birçok olayla karşı­laşmıştı. Bunlardan biri de, Peygamber (s.a.v.)´in Meymu-ne (r.)´de kaldığı zamanlar, yeğeni Fadl (r.)´ı onunla-bir­likte kalmaya davet etmesiydi.

Delegeler bir önceki yıl gibi gelmeye devam ediyordu Bunlardan biri, Peygamberle (s a.v) anlaşma yapmak isteyen Necran hris Uyanların d andı. Onlar Bizans yönetimin-deydiler ve geçmişte Konstantinapol´den birçok yardım gör­müşlerdi. Altmış itişi olan delegeleri Peygamber (s a.v.) Mescid´de kabul etti. Onların dua etme vakti geldiğinde Peygamber (s.av.) onların doğuya dönerek dua etmelerine izin verdi.

Kaldıkları sürece yapılan görüşmelerde birçok ilkelere değinildi, isa´nın kişiliği hakkında Peygamber (s.a.v)´le arasında birçok anlaşmazlıklar çıktı. Bunun üzerine şu âyetler nazil oldu-

«Şüphesiz, Allah ka´ında İsa´nın durumu, Adem´in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı[11], sonra da «ol» demesiyle o he­men oluverdi. Gerçek, Rabbindendir. öyleyse kuşkuya kapılanlar­dan olma. Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle «çekişip-tartışmalcra girişirlerse» de ki: «Gelin oğullarımı­zı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve ken­dinizi çağıralım, sonra kcrşthkh lanctleşelim de Allah´ın lanetini ya­lan söylemekte olanların üs´üne kılalım.» (Al-i Imran: 59-61}.

Peygamber (s.a.v.) bu âyetleri hristiyanlara okudu ve onları kendisi ve ailesi ile buluşup âyette Önerilen şekilde

anlaşmazlığı çözmeye davet etti. Onlar düşüneceklerini söylediler, ertesi gün Peygamber (s.a.v.)´e geldiklerinde, Ali (r.)´nin, Fatıma lr.)´nın ve iki oğullarının yanında ol­duğunu gördüler. Peygamber (s.a.v.) büyük bir aba giy­miş ve hepsini de içine alacak şekilde yaymıştı. Bu neden­le bu beş kişiye, «ehl-i aba» denirdi. Hristiyanlara gelince, anlaşmazlığı artık daha fazla devam ettiremeyeceklerini anladılar. Peygamber (s.a.v.î onlara, vergi vermeleri karşı­lığında kendilerinin, kiliselerinin ve tüm diğer mallarının İslâm devletinin koruması altında olacağını vadeden bir anlaşma yaptı.

Bu yılın ilk aylarında süren neşeli mutluluk İbrahim´­in hastalanmasıyla birlikte sona erdi. Bir süre sonra onun uzun süre yaşamayacağı ortaya çıktı. Onu annesi Mariye (r.) ve teyzesi SirînCr.) tedavi ediyorlardı. Peygamber (s. a.v.) onu sık sık ziyaret ed´yordu ve ölürken yanındaydı. Çocuk son nefesini verdiği ide kucağına aldı ve gözlerin­den yaşlar boşandı. Onun yas ve feryadları yasaklaması, ölüm sonrasındaki tüm üzüntü belirtilerini de yasaklamış olduğu anlaşılıyordu. Bu yanlış anlama hâlâ bazı zihinleri meşgul ediyordu. Abdurrahman İbn. Avf (r.): «Ey Allah´ın Rasulü, sen bunu ağlamasını kastederek yasaklama­dın mı? Müslümanlar seni ağlarken görürlerse onlar da ağ­larlar» dedi. Peygamber (s.a.v.) yine ağlamaya devam etti ve konuşabilecek hale geldiğinde: «Ben bunu yasaklama­dım. Bunlar acıma ve merhamet belirtileridir. Merhametli olmayana merhamet olunmaz. Ey ibrahim, eğer tekrar bu­luşma va´di olmasa, bu herkesin geçmek zorunda olduğu bir yol olmasa ve son gelenimizin ilk gidene yetişeceğini bil­in eşek, senin için daha fazla üzülürdük. Yine de senin için çok üzülüyoruz, ey İbrahim. Göz ağlar, kalb hüzünlenir, Allah´ın gücüne gidecek birşey söylemiyoruz» [12]dedi.

İbrahim´in Cennette olduğunu söyleyerek Mariye (r.) ve Şirin (r.)´i teselli etti. Onları bir müddet yalnız bıraka tıktan sonra Abbas (r.) ve Fadl (r.) ile birlikte döndü, îki yaşlı adam oturmug onu seyrederken genç adaın cenazeyi yıkadı. Daha sonra, cenaze mezarlıktaki küçük mezarına kondu. Üsame (r.) ve Fadl Cr.) çocuğu mezara uzattıktan sonra Peygamber Cs.a.v.) cenaze namazını kıldırdı ve kab­rin başında oğlu için dua etti. Mezara toprak atıldığında hâlâ mezarın başındaydı. Daha. sonra bir kırba su getirme­lerini ve mezarın üstüne serpmelerini emretti. Atılan toprağın yüzeyinde dengesizlik vardı, buna işaret ederek: Sizden biriniz birşey yaptığında, onu mükemmel yapsın» dedi. Toprağı eli ile düzelterek yaptığı iş için «Bu ne iyilik ne de zarar verdi, fakat hüzünlenenin gönlünü ferahlattı»[13] dedi.

Peygamber (s.a.v.) birçok kez, yaptığı her dünyevi işte kişinin mükemmeli araması gerektiğini vurgulamıştır. Bir­çok sözü de bu amacın dünyevi olmadığını ve uhrevi ol­duğunu belirtir. Ali, Peygamberin (s.a.v.) bu konudaki tu­tumunun şu sözlerle özetlenebileceğini söylemiştir: «Her za­man yaşayacakmış gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gi­bi ahiret için çalış.» Her zaman ayrılmaya hazır olmak, her zaman uhrevi olmaktır. Peygamber (s.a.v.): «Bu dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol»[14] demiştir.

İbrahim´in öldüğü gün, cenaze gömüldükten sonra bir güneş tutulması olmuştu. Bazıları bunu Peygamber (s.a. v´Jin üzüntüsüne bağladılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.): «Ay ve güneş Allah´ın işaret ayetlerindendir. Onla­rın ışığı hiçbir insanın ölümü için kesilmez. Onların tutul­duğunu görürseniz, aydmlanmcaya kadar dua edin.»[15] dedi.

81. DERECELER

Yeni dine girme sırasında insanları yönlendiren ruh­sal dürtüler artık çok zayıflamıştı. Bu nedenle şu âyet nazil oldu-

«Bedeviler* dedi ki: «iman ettik» De ki: «Siz iman etmedi­niz, ancak ´islâm (müslüman veya teslim) olduk´ deyin. îman he­nüz kalblerinize girmiş değildir. Eğer Allah´a ve Rasulüne itaat ederseniz, O, sizin emellerinizden hiçbirini eksiltmez.» (Hucurat: 14)

Bu âyet iman etmeden teslim olmayı -en aşağı derece olarak kabul ederek İslâm hiyerarşisini tamamlıyordu. Da­ha yüksek dereceler, Hudeybiye anlaşmasından birkaç ay önce Peygamber (s.a.v.)´e nazil olan Nur Sûresinin konu­sunu daha doğrusu konularından birini teşkil ediyor­du. Kur´an´da nur, iman anlamına gelir ve aşağıda bu nu­run (aydınlanmanın) dört derecesi belirtilmiştir:

«Allah, göklerin ve yerin nurudur. O´nun nurunun misali, için­de çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça sanki incimsi bir yıldızdır ki. doğuya da battya da ait olma­yan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) nere­deyse ateş ona dokunmasa da yağı tştk verir. (Bu) Nur üstüne nur­dur. Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip-ilettr. Allah insanlar için örnekler vermektedir. Allah, herşeyi bilendir.» (Nur: 35)

En alt derecede, aydınlatılan fakat kendisi ışık saçma­yan kandil vardır. Daha sonra sırça gelir, onun üstünde de kutlu zeytin ağacı yer alır. Bu sembollerin anılması insana. «Allah insanlara örnekler verir» diye başlayan ve sebebi­ni belirterek: «belki düşünürler» (Haşr: 21) diye biten baş­ka ayetleri hatırlatıyor. Nur ayetinin tümü insanı düşün­meye çağırır. Fakat derecelere gelince Kur´an bu konuyu burada imalı bir şekilde anlatır. Halbuki ilk nazil olan ayetlerde imanın dereceleri daha açık bir şekilde anlaşıl­mıştır. Bunlardan birinde (Vakıa: 7-40) insanlar üç gruba ayrılmıştır, «Ashabı Meymene» (ahirette amel defteri sağ­dan verilen ya da sağ yanda olanlar), «Ashab-ı Meş´eme» (ahirette defterleri soldan verilenler, ya da sol yanda olan­lar) ve «Yarışıp öne geçmiş öncüler.» «Ashab-ı Meymene» kurtulanlar, «Ashab-ı Meş´eme» de cezalandırılanlar. «Ön­cüler ise en üst derecededirler ve onlara Allah´ın Kulları[16] denilir.. Baş melekleri diğer meleklerden ayırmak için kul­lanılan Allah´a yaklaştırılmış (mukarrebûn) deyimi bun­lar İçin kullanılır. İlk nazil olan sûrelerden bazılarında mü´min kategorisinde, «öncüler»le (sabikûn) «Ashab-ı Mey­mene» arasında yeralan «iyiler» (ebrârl diye bir sınıftan da bahsedilir. Bu üçü arasındaki ilişki Kur´an´m bu üç grubun Cennette ki durumlarıyla ilgili anlattıklarından çıkarılabilir. Ashab-ı Meymene»ye içmek için «saf su» ve­rilirken, en yüce kaynaklar sadece «öncülerde verilir. «İyi­lerde ise, onların «Öncüler» in ayak izlerine uyanlar olduğu­nu belirtir, bir şekilde iki farklı kaynağın karışımı verilir (insan: 5), (Mutaffifin: 27).

Üstünlük derecelerine Kur´an´da kalbten bahsederken de değinilir. Kur´an çoğunluktan bahsederken:

«Gerçek şu ki, gözler kâr olmaz, ancak sinelerdeki kalbler kö­relir» (Hac. 46).

der. Diğer taraftan Peygamber (s.a.v.) tüm diğer Peygam­berler gibi, kalbinin devamh uyanık olduğunu, yani kalb gözünün açık olduğunu söylemiştir. Kur´an bunun belli öl­çülerde başkaları tarafından da paylaşılabileceğini belir­tir, çünkü bazen sadece «temiz akıl sahipleri»ne (ulü´l-el-bab) (Yusuf: ili, Ra´d: 19) hitap eder.

Peygamber (s.a.v.)´in Ebu Bekir hakkında şöyle söyle­diği rivayet edilir: «O sizi çok oruç tutmakla ve çok na­maz kılmakla geçmedi, fakat o sizi kalbinde sabit olan bir şey sayesinde geçti.»[17]

Peygamber (s.a.v.) sık sık Ashabdan bazılarının diğer­lerinden üstün olduğunu belirtirdi. Mekke´nin fethi sırasın­da Peygamber (s.a.v.)´in yanında Halid kendisini azarla­yan Abdurrahman îbn Avf´a sinirlenip karşı çıkınca Pey­gamber (s.a.v.): «Arkadaşlarıma (Ashabıma) nazik dav­ran Halid, çünkü senin Uhud dağı büyüklüğünde altının olsa ve bunu Allah yolunda harcasan, yine de arkadaşla­rımdan hiçbirinin faziletine ulaşamazsın»[18] dedi.

Kur´an´a göre bir derece ile diğeri arasındaki fark ahi-rette, bu dünyadakinden daha büyüktür:

«Onlardan bir kısmım bir kısmına nasıl üstün tuttuğumuzu gör. Muhakkak ahiret dereceler bakımından daha büyüktür, üstün­lük bakımından da daha büyüktür» (tsra: 21).

Peygamber (s.a.v.) de şöyle demiştir: «Cennet ehli ken­di üstlerindeki yüce yerin, şimdi en parlak gezegeni (ve-nüs) doğu veya batı ufkunda gördükleri yükseklik kadar yukarıda olduğunu görecekler»[19] İnsanlar arasındaki eşitsizlikler onun öğretme şekline de yansımıştır, öğrettikle­rinin bazılarını sadece anlayabileceklerini umduğu belirli bazı kişilere hasretmiştir. Ebu Hureyre: «Hafızama Rasu-lullah (s.a.v.)´tan öğrendiğim iki tür bilgi depoladun. Bir kısmını açıkladım; eğer diğer kısmını da açıklarsam bu gırtlağı kesersiniz»[20] diyerek boğazına işaret etmiştir.

Mekke ve Huneyn zaferlerinden sonra dönüş yolculuğu sırasında Peygamber (s.a.v.) arkadaşlarından bazılarına-«Küçük cihaddan, büyük cihada dönüyoruz» dedi. İçlerin­den biri: «Ey Allah´ın Rasulü, büyük cihad nedir? diye so­runca: «Nefse karşı cihad»[21]cevabını verdi. însan nefsi iki bölüme ayrılmıştır. Onun aşağı bölümü hakkında Kur´an:

«Gerçekten nefis var gücüyle kötülüğü emredendir» (Yusuf: 53) der. Şuur da denen iyi bölümüne de:

«Kendini kınayıp duran nefis» (Kıyamet: 2).

adını verir. îşte alçak nefse karşı ruhun yardımıyla cihadı yüklenen bu kısmıdır.

En sonunda da savaşı sona ermiş ve artık içinde bir ayrılık taşımayan «mutmain (tatmin olmuş) nefis» vardır. *Öncüler»in (sabikûn), «Allah´ın kullananın ve «Allah´a yaklaştırılmış olanlardın (mukarrebûn) nefisleri işte böy­ledir. Kur´an bu kemâle ermiş olan nefse şöyle hitap eder:

«Ey mutmain (tatmin olmuş) nefis. Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön[22] . Artık kullarımın arasına gir. Cenne­time gir.» (Fecr: 27-30).

Bu lütuflardaki ikili doğa, Kur´an´ın kutsanmış nefis için verdiği iki Cennet va´dini ve Peygamber (s.a.v.)´in kendi nihai durumunu anlatmak için söylediği «Rabbimle

ve Cennetle buluşma» sözünü hatırlatıyor. «Mutmain ne­fis- için, «Cennetime gir» sözü -Rabbimle buluşma» sözü­ne tekabül ediyor; «Kullarımın arasına gir sözü de «Cen­net» e tekabül eder. Yüksek Cennet (Cennet ´ül-a´la), yani ?Rabbimle buluşma» Rıdvan´dan başka birşey değildir. Aşa­ğıdaki âyet bu sıralarda nazil olmuştu:

«Alîah, mü´min erkeklere ve mü´min kadınlara İçinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve And cennetle­rinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah´tan olan hoşnutluk (Rıd­van) ise en büyüktür. İşte büyük ´kurtuluş ve mutluluk´ da budur.» (Tevbe- 72).

Peygamber (s.a.v.) bu dünyada iken ulaşılabilecek en yüksek dereceden de bahsetmiştir. Kutsi hadislerden bi­rinde şöyle denir: «Kulum gönüllü (nafile) ibadetieriyle bana yaklaşmayı ben onu sevinceye kadar devam ettirir; ben onu sevdiğimde, onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum»[23].

Gönüllü ibadetlerin en başında «Allah´ı anmak veya Allah´ı çağırmak» anlamına gelebilecek olan zikr Allah gelir. İlk inen âyetlerden birinde Peygamber (s.a.v.) şöyle bir emirle karşılaşmıştı:

«Rabbinin ismini zikret ve her şeyden kendini çekerek yal­nızca O´na yönel» (Müzentmit: S).

Daha sonraları nazil olan bir âyette de şöyle deniyor, du:

«Hiç şüphe yok namaz, çirkince-utanmazltklardan ve kötülük­lerden vazgeçirir. Allah´ı zikretmek ise muhakkak en büyüktür» (Ankebût: 45).

Kalb ve kalbin körlüğüyle ilgili olarak Peygamber (s.a.v.): «Herşeyin pasını silen bir cilası vardır, kalbin ci­lası ise Allah´ı zikretmektir»[24], demiştir. Mahşer gününde

Allah katında kimin en yüksek dereceye sahip olacağı so­rulduğunda ise «Allah´ı en çok zikreden kadın ve erkekler» cevabını vermiştir. Bunların, Allah yolunda savaşanlardan da yüksek bir derecede olup olmadıkları sorulduğunda ise cevabı şu olmuştur:

«Kişi müşrik ve putperestlere karşı kılıcı kana bulanıp kırılıncaya kadar savaşsa bile, Allah´ı zikretmek ondan daha yüksek bir dereceye sahip olacaktır»[25].

82. GELECEK

Peygamber (s.a.v.): «Ümmetimin en iyisi benim dönemimdedir-, sonra onlardan sonrakiler daha sonra onlardan sonrakiler gelir»[26] dedi ve kendi çağında yaşayan ümmeti­nin, yani Ashabının çokluğuna sevindi. Bir´keresinde asha­bından on kişiye uğradı ve onları Cennetle müjdeledi. Bun­lar; Ebu Bekir, Osman, Ali, Abdurrahman îbn Avf, Ebu Ubeyde, Talha, Zübeyr, Zühre´îi Sa´d ve Hanif olan Zeyd1-in oğlu Sa´ld idi. Onlardan önce diğer bazı kimseleri de cennetle müjdelemişti. Hadis kitapları onun bu on kişi ile ilgili övgülerinden ve bunlardan başka kimselere de cen­netle ilgili verdiği haberlerden bahseder, örneğin bir ha­diste: «Cennet şu üç kişiyi arzular: «Ali, Amnıâr[27] ve Selman»[28] buyurulur. Peygamber (s.a.v.) Fatuna (r.) ya da şöyle demiştir: «Sen, îmran´ın kızı Meryem hariç, Cennet­teki kadınların en üstünüsün»[29]. Ali (rj´nin Peygamber (s. a.v.)´den aldığı hikmeti gelecek nesillere ulaştıracak olan en önemli ileticilerden biri olacağına işaret ederek onun hakkında; «Ben bilginin şehriyim, Ali de onun kapısı»[30]. Umuma, hitaben de: «Benim Ashabım yıldızlar gibidirler; hangisini izlerseniz hidayet bulursunuz»[31] demiştir.

Tebûk´ten döndükten sonra adamlar kendi aralarında artık savaşın bittiğini düşünerek konuşmuşlardı. Onuncu yıl boyunca çeşitli delegelerin gelmeye devam etmesiyle bu düşünce o denli yerleşti ki, mü´minlerin çoğu silah ve zırhlarını satmaya başladılar. Fakat Peygamber (s.a.v.) bunu duyunca,, böyle yapmalarını yasakladı ve: «Ümme­timden bir bölümü, Deccal gelinceye kadar hak için savaş­maya devam edecek» dedi. Bunun yamsıra: «Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız»[32] ve «Ken­disinden sonra daha kötüsü gelmeyecek olan hiçbir za­man olmaz»[33] da demiştir. O insanları, ümmetinin bozulma sonucunda hristiyan ve yahudilerj izlemeye başlayacağını söyleyerek uyarmıştır: «Siz, onları adım adım zira´ zira´ izleyeceksiniz, öyle ki eğer onları zehirli bir kertenkele çukuruna girseler, siz yine onların peşinden gideceksiniz[34] Kıyametten önce insanlığın genelde yaşayacağı en büyük düşüşü de ifade ediyordu: «İslâm garip olarak başladı, yi­ne garip olacaktır»[35]. Yine de Allah´ın onları bırakmayaca­ğım vadetmekten geri kalmamıştır: «Allah, bu ümmete her-yüzyılın başında dinini yenileyecek birini gönderecektir»[36]. Bir başka sefer Ashabdan bazıları Peygamber (s.a.v.}´in «Ey kardeşlerim!» diye birkaç kez bağırdığını duymuşlar­dı. *Ey Allah´ın Easulü, biz senin kardeşlerin değilmiyiz1?-diye sorduklarında: «Sizler benim arkadaş lanınsınız. Fa­kat benim kardeşlerim henüz gelmeyenler arasındadırlar Başka rivayetlerde de: «Son günlerde gelecek olanlardır» cevabını vermişti. Konuşma tarzı büyük ruhsal öneme sa­hip olan kişilerden bahsettiğini gösteriyordu.

Son günlerin çok kötü olmasına rağmen o günlerde, doğru yolu bulmuş anlamına gelen Mehdi adında bir hali­fenin çıkacağını da haber vermiştir; «Mehdi benim ümme­timden çıkacak, geniş alınlı ve uzun burunlu olacak. Da­ha önceden kötülük ve zulümle dolu olan dünyayı doğru­luk ve adaletle dolduracak. Yedi yıl hükmedecek.»[37].

En sonunda Mehdi´den sonra veya onun hükmünün son yıllarda Deccal gelecek, «sağ gözü üzüm gibi, tüm ışığı gitmiş kör bir adam»[38]. Yeryüzünde büyük tahribat yapa­cak ve anlattığı yalanlarla da daha da çok insanı kendi tarafına çekecek. Fakat ona karşı savaşan bir grup mü´min bulunacak. «Onlar savaşmak için dayanırken» dedi Peygam­ber, (s.a.v.) «namaz kılmak için saflara dizildiklerinde Meryem oğlu İsa gökten inecek ve onlara imamlık yapa­cak. Allah´ın düşmanı, İsa´yı görünce, tuzun suda eridiği gibi eriyecek. Eğer bırakılsa hiç kaîmaymcaya kadar erir; fakat Allah, onu tsa´nm eline düşürecek. İsa (a.s.) da onun kanını mızrağının ucunda insanlara gösterecek» [39].

Peygamber (s.a.v.} aynı zamanda kıyametin yaklaştı­ğını gösteren birçok işaretleri de haber vermiştir. Bunlar­dan biri insanların çok yüksdk binalar inşa etmesidir. Ömer´in oğlu Abdullah (r.Vın babasından rivayet ettiği bir hadiste bu belirtiler daha açık bir şekilde anlaşılmıştır:

Ömer anlatıyor: «Günün birinde, Resulullah (s.a.v.)´in yanında bulunduğumuz sırada elbibesi bembeyaz, saçları simsiyah üzerinde yolculuk belirtileri görülmeyen ve böyle iken hiç birimizce tanınmayan bir kimse geldi. Nihayet

Kur´an´da açıkça sözü edilmeyen ve islam "bilginleri arasın­da çeşitli biçimlerde ve görüşlerde ele alınan bu konuya iliş­kin daha geniş bilgi için bakınız: Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Cilt I. Sayfa 681-696, İstanbul 1980; Ebul Âlâ. el Mevdudi, islam´da îhya Hareketleri, s. 46-48, Ankara, 1967; Avni tlhan, Mehdilik, İzmir, 1978 (İNSAN Y.)

Peygamber (s.a.v)´in yanma oturdu. Dizlerini dizlerine da­yadı, her iki avucunu iki uyluğu üzerine koyup: «Ya Muhammed, İslâm nedir? Bana söyle« dedi. RasuluIIah (s.a.v.) «İslâm Allah´tan başka hiç bir ilah olmadığına ve Muham-med´in Allah´ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan´da oruç tutman ve yoluna gücün yeterse Beyt´i hac etmendir» dedi. O: «Doğru söylüyorsun» dedi. Biz hem soruyor hem de doğ­ruluyor diye onun haline şaşırdık. Ondan sonra «îman ne~ dir? Bana söyle» dedi. RasuluIIah (s.a.v.): «Allah´a, melek­lerine, kitaplarına, Peygamberlerine, ahiret gününe iman etmendir. Bir de hayır ve şer kadere iman etmendir» dedi. O; «Doğru söylüyorsun» dedi. Ve: «İhsan nedir?» diye sor­du. RasuluIIah (s.a.v.); «Allah´a sanki görüyormuş gibi iba­det etmendir. Çünkü sen O´nu görmüyorsan da O seni gö­rüyor» dedi. O yine: «Doğru söylüyorsun» dedi ve «Saat´İ (Kıyameti veya ne zaman kopacağını) bana haber ver» diye devam etti. Resulullah (s.a.v.): «Bu konuda sorulanın sorandan daha fazla bilgisi yoktur» diye cevap verdi. O: «öyle ise emarelerini (belirtilerini) bildir» dedi. Rasu­luIIah (s.a.v.) cevap olarak. «Cariyenin kendi sahibini do­ğurması´[40] ve yalın ayak, sırtı çıplak, fakir koyun çobanları­nın hangimizin kurduğu bina daha yüksek diye yanşa çıktıklarını görmendir» dedi. Bundan sonra o kimse gitti, o gittikten sonra bir sure kaldım! sonra Peygamber (s.a.v.) «Ya Ömer, soranın kim olduğunu biliyor musun?» diye sordu. «Allah ve Rasulü daha iyi bilir» dedim. Peygamber (s.a.v.) «O Cibril idi. Size dininizi öğretmek için geldi de­di»[41].

83. VEDA HACCÎ

Peygamber (s.a.v.) Medine´de iken Ramazan ayında, ayın ortalarında Mescid´de on günlük bir inzivaya çekil­meyi ütikaf) adet haline getirmişti, arkadaşlarından bazı­ları da ona katılırlardı. Fakat o yıl kararlaştırılan on gün­den başka bir on gün daha mescidde kaldılar. Yani Rama-zan´m son yirmi gününü itikafta geçirdiler. Her Rama-zan´da Cebrail gelir ve hafızasında vahiyden bir bölümün silinip silinmediğini anlamak için onu kontrol ederdi. Bu yıl Peygamber (s.a.v.) Katıma (r.)´ya gizlice henüz başka­larına söylenmemesi gereken bir sır verdi: «Her yıl bir kez Cebrail bana Kur´an´ı okur ben de ona okurum: fakat bu yıl bana iki kez okudu. Zamanımın geldiğini düşünüyo­rum»[42].

Şevval ayı geçti; yılın onbirinci ayında Medine´de, Hac´da Peygamber (s.a.v.)´in önderlik edeceği haberi ya­yıldı. Bu haberler çöl kabilelerine de ulaştırıldı ve her adı­mında Peygamber (s.a.v.)´le olmak için vahaya her taraf­tan akın akın insanlar gelmeye başladı. Bu Hac, yüzyıllar­dan beri yapılan haclara hiç benzemeyecekti: hacıların tü­mü bir tek Allah´a inanan kimseler olacak ve hiçbir putpe­rest putperestçe ibadetleriyle Kutsal Ev´i kirletmeyecekti. Ayın sona ermesine beş gün kala Peygamber (s.a.v.) otuz-bin kadın ve erkeğin başında Medine´den yola çıktı. Pey­gamber (s.a.v.)´in hanımlarının hepsi, Abdurrahman İbn Avf (r.) ve Osman îbn Affan (r.) tarafından yedilen deve­lerin üstündeydi. Ebu Bekir CrJ´in yanında hanımı Esma (r.) da vardı. îlk konaklardan birinde Esma, Muhammed adını verdikleri bir erkek çocuğu doğurdu. Ebu Bekir (r.) onu Medine´ye geri göndermek istiyordu, fakat Peygam­ber (s.a.v.) ona, hanımına gusül abdesti almasını, Hac için niyet etmesini söyledikten sonra birlikte planlandığı şekilde hacca gitmelerini söyledi.

Medine´den ayrılışın onuncu gününün akşamı Pey­gamber (s.a.v.) Mekke´yi fethetmeye giderken geçtikleri bir geçide ulaştı. Orada bir gece geçirdikten sonra ertesi sabah Vadi´ye inmeye başladılar. Peygamber (s.a.v.) Kâ´-be´yi gördüğünde devesinin ipini sol eline alarak sağ elini yukarı kaldırıp açtı ve dua etti: «Allah´ım, bu Evin insan­lardan gördüğü saygı lütuf, bağlılık ve rahmeti artır!»[43] Mescide girdi, tavaf ettikten sonra İbrahim makamın­da namaz kıldı. Daha sonra Safa´ya giderek Safa ile Mer-ve arasında yedi kez gidip geldi: Yanındakiler her yerde yaptığı duaların tam sözlerini hazıfalannda saklamak içm çaba sarf ediyorlardı.

Daha sonra Mescid´e girerek, önce de olduğu gibi anah­tarlarını koruyan Abdu´l-Dar´dan Osman (r.)´ı ve Usame (r.) ile Bilâl (r.)´i yanma alarak Kâ´beye girdi. Fakat o ak­şam Aişe´yi çadırında ziyafet ettiğinde Aişe onun üzgün olduğunu farketti. Sebebini sorduğunda: «Bugün birşey yaptım, keşke yapmasaydım. Kâ´be´ye girdim, Ümmetim­den bazıları» dedi gelecekteki Müslümanları kastederek, «içeri giremeyebilirler ve bu nedenle nefislerinde huzursuz­luk hissedebilirler. Biz sadece onu tavaf etmekle emrolunduk, içine girmekle değil»[44] dedi.

Ümmü Hani (r.)´nin kendi evinde kalması için tüm ıs­rarlarına rağmen Peygamber (s.a.v.} Mekke´deki evler­den hiçbirinde kalmayı kabul etmedi. Yeni ayın sekizinci gününde tüm hacılarla birlikte Mina´ya gitti. Geceyi orada ge­çirdikten sonra, sabahleyin Haram bölgenin hemen dışın­da, Mekke´nin onüç mil doğusunda geniş bir vadi olan Arafe´ye gitti. Arafe, Taif´e giden yol üzerindeydi ve kuzey ve doğudan Taif dağlarıyla çevrilmişti. Fakat bunların hep­sinden ayrı her tarafı vadi tarafından çevrelenmiş ve vadi ile aynı adı taşıyan, bazen de Rahmet dağı denilen bir dağ vardı. Her ne kadar aşağılara kadar yayılıyorsa da ha­cıların makamı bu dağ idi. O gün Peygamber (s.a.v.) bu te­pede vakfe yaptı.

Mekke´lilerden bazıları onun çok ileri gittiğini söyleye­rek şaşkınlıklarını belirttiler. Çünkü diğer hacılar Arafe´ye gittikleri halde Kureyç´liler: «Biz Allah´ın ümmetiyiz» diye­rek haram bölgede kalmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Fakat Peygamber (s.a.v.) İbrahim´in Arafe´de geçirilen gü­nü haccm gereklerinden biri olarak emrettiğini ve Kureyş-lilerin onun uygulamasını terkettiklerini söylemişti. Pey­gamber (s.a.v.) o gün hac geleneğîifden bahsetti ve dudak­larından sık sık «İbrahim´in mirası» kelimeleri döküldü.

Peygamber (s.a.v.) tüm kabilelere, artık bundan son­ra tüm İslâm toplumunda kan davalarının sona erdiğini her insanın mal ve canının dokunulmaz olduğunu duyur­mak için gür bir sesi olan Safvan´m kardeşi Rebia´yı tel­lal olarak görevlendirdi ve ona şöyle bağırmasını emretti: «Allah´ın Rasulü soruyor: Bu ay ne ayıdır?» Herkes ses­sizdi, Peygamber (s.a.v.) cevap verdi: «Haram ay.» Sonra sordu: «Bu belde neresidir?» Yine kimse cevap vermedi, o da: «Haram belde» dedi. Daha sonra: «Bugün nedir?» diye sordu. Yine cevap veren kendisi oldu: «Büyük Hac günü.» Daha sonra Rebia, Peygamber (s.a.v.)´in öğrettiği şekilde şöyle bağırdı: «Gerçekten Allah, Rabbinize kavuşuncaya kadar kanlarınızı ve mallarınızı birbirinize haram kılmış­tır. Nasıl ki bu gününüz, bu beldeniz ve bu ayınız haram ise.»

Güneş en yüksek noktasma ulaştığında Peygamber (s.a.v.) Allah´a hamddan sonra şu sözlerle başlayan bir hutbe okudu: «Ey insanlar, beni dinleyin, çünkü bilmiyo-rum, belki de sizinle bu yıldan sonra bir daha buluşama-yacağım.» Daha sonra onları birbirlerine iyi davranma­ları konusunda uyardı ve onlara haranı ve helâl olan şeylerden bahsetti. En sonunda şöyle dedi: «Size sımsıkı sarıldığında sizi sapıklıktan kurtaracak bir emanet bı­rakıyorum: Allah´ın kitabı ve Peygamber´in sünneti. Ey in­sanlar, sözlerimi dinleyin ve anlayın» Daha sonra onlara Kur´an´m son âyetlerini oluşturan ve henüz nazil olan bir pasaj okudu:

«Bugün size dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi de tamamladım ve size din olarak islâm´ı seçip-beğendim. Kim «Şiddetli bir açltkta kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalırsa ?günaha eğilim, göstermeksizin (bu haram saydıklarımızdan ye­tecek kadar yiyebilir): Çünkü Allah bağışlayandır, esirgeyendir» (Maide: 3).

Hutbesini bir soru ile bitirdi: «Ey insanlar, risaletimi tebliğ ettim mi?» Binlerce ağızdan yükselen Allahümme ne´am (Allahım, evet) sesleri gök gürültüsü gibi tüm vadi­yi doldurdu. Peygamber (s.a.v.) işaret parmağını göğe kaldırarak: «Allahım, şahid ol.» dedi.

Daha sonra namazlar kılındı ve Arife gününün geri kalan kısmı dua ve tefekkürle geçirildi. Fakat güneş batar batmaz Peygamber (s.a.v.) yanına Üsame (r.) ´yi alarak tepeden aşağıya inmeye başladı ve tüm hacılarla birlikte Mekke´ye doğru vadiyi aştılar. Bu noktada hızlı ilerlemek gelenekti; fakat aşırı hareketleri görünce Peygamber (s a. v.): «Yavaş! Yavaş! Sessiz olun! Aranızdaki güçlüler za­yıfları gözetsin!» diye bağırdı. Geceyi Haram bölge sınırla­rı içinde olan Müzdelife´de geçirdiler ve oradan Mina va­disinde, Akabe´de üç sütunla temsil edilen Şeytanı taşla­mak için küçük çakıl taşları topladılar. Şevde, Peygamber (s.a.v.)´den etraf sakinken Müzdelife´den ayrılma izni is­tedi. Kadınların çoğuna nazaran iri yapılı ve ağır oldugu için sıcaktan ve yolculuk sıkıntılardan çok rahatsız oluyordu. Bu nedenle kalabalık ulaşmadan önce şeytan taş­lamak görevini bitirmek istiyordu. Bunun üzerine Peygam­ber (s.a.vJ onu Ümmü Süleym ile birlikte Abbas´m oğulla­rından biri olan Abdullah´la gönderdi.

Peygamber (s.a.v.) kendisi sabah namazını Müzdelife´-de kıldı ve daha sonra arkasında deve sırtında yol alan Fadl olduğu halde hacıları Akabe´ye götürdü. Onikİ yıl ön­ce bu yerde ve bu günde altı Hazreç´li gelmiş ve ona biat etmişlerdi. Bu da Birinci ve İkinci Akabe biatlarımn ze­minini hazırlamıştı. Taşlamadan sonra hayvanlar kurban edildi ve Peygamber (s.a.v.) başını traş etmesi için bir arîam çağırdı. Hacılar, onun saçından bir tutam alabilmek ümidiyle etrafına toplandılar. Ebu Bekir (ı\) daha sonra­ları, Uhud´da ve Hendek´te a Halid´le şimdi şu sözleri söy­leyen Halid (r.) arasındaki ayırıma dikkat çekmişti: «Ey Al­lah´ın Rasulü, alnındaki saçları, Anam babam sana feda oîsun başkasına değil, bana ver»- Peygamber (s.a.v.) onları Haîid (r.î´e verdi o, saç tutamır aldı, gözlerine ve dudak­larına bastırdı.

Bundan sonra Peygamber (s.a.v.) hacılara, Kâ´be´yİ ziyaret etmelerini ve ondan sonraki iki geceyi Mina´da ge­çirmek üzere tekrar geri dönmelerini emretti Kendisi ikin­diden sonraya kadar bekledi. Hayız halinde olan Aişe (r.) hariç diğer hanımları ona Mekke´ye giderken eşlik ettiler. Birkaç gün sonra Aişe (r.) temizlendiğinde Peygamber onu kardeşi Abdurrahman ile Haram bölgenin dışına gönder­di. Aişe (r.) orada tekrar niyet etti ve Mekke´ye giderek Kâ´be´yi tavaf etti.

Peygamber (s.a.v.)´in Ramazan´da gönderdiği ûç yü? afh Yemen seferini bitirmişlerdi ve güneyden Mekke´ye doğru geliyorlardı. Ali (r.) şimdi haccını bitirmiş olan Pey­gamber (s.a.v.î´le birlikte Kac yapmak için mümkün oldu­ğu kadar kısa sürede ona ulaşmak isteğiyle adamlarından önce geliyordu. Devletin payına düşen ganimetlerin beşte birinde tüm orduyu giydirecek kadar keten elbise vardı, fakat Ali (r.) bunların Peygamber (s.a.v.)´e eldeğmemış bir şekilde teslim edilmelerine karar vermişti. Fakat adam-lar, onun yokluğu sırasında vekil olarak bıraktığı adamı herbirine keten bir elbise vermeye ikna etmişlerdi. Elbise değiştirmeye büyük ihtiyaçları vardı. Çünkü üç aydan be­ri evden uzaktaydılar. Şehre yaklaştıklarında Ali onları karşılamaya gitti ve yapılan değişikliğe çok şaşırdı. Ku­mandan: «Halkın arasına girdiklerinde düzgün görünsun-ler diye elbiseleri verdim» dedi. Adamlar, Mekke´deki hor-kesin Bayram için en güzel elbiselerini giydiklerini ve gu-zel görünmeye dikkat ettiklerini biliyorlardı. Fakat Ah (r.î böyle bir serbestliği hoşgörü gösteremeyeceğini hissetti ve onlara eski elbiselerini giyip yenilerini ganimetlerin arası­na koymalarını emretti. Tüm orduda huzursuzluk başgos-terdi. Peygamber (s.a.v.) bunu duyduğunda. «Ey insanlar, Ali (r.) ´yi suçlamayın, çünkü o Allah yolunda, suçlanama-yacak kadar titizdir.» Fakat bu sözler yeterli olmadı, belki de bunu sadece bir haç kişi duydu Bu nedenle huzursuz, luk devam etti.

Medine´ye dönerken bölüklerden biri Peygamber ´.)´e Ali (r.)´yi şikâyet edince Peygamber (s.a.v.)´ın yu/,u-nün rengi değişti. «Ben, mü´m inlere, kendilerinden daha yakın değil miyim?" dedi. Adamlar tasdiklndiklerindo «Ben kime en yakın isem, ona en yakın ulan Ali´dir, diye ekledi. Gadir eJ-Humm´da kamp kurduklarında bütün ın-sanlan topladı. Ali (r.)´yi elinden tuttu ve bu sözleri tek­rarladı. Daha sonra şu duayı okudu: «Allattım, onun dos­tuna dost ol, düşmanına da düşman ol». Böylece Ali hak­kındaki söylenti ve mırıldanmalar son buldu[45]

Bir önceki yıl gelen delegelerden biri de, yerleşim böl­geleri Necd´in doğu sınırı boyunca yayılmış olan, Beni Ha-nife adındaki YemameT Hristiyan bir kabiledendi. Müs­lüman olmayı kabul etmişlerdi; Takat onlardan Museylime adındaki bir adam kendisinin de Peygamber (s.a.v.) oldu­ğunu iddia ediyordu. Hacıların Mekke´den dönmesinden kısa bir süre sonra Yemame´den gelen iki elçi Medine´ye şu ^mektubu getirdiler: «Allah´ın Rasulü Museylime´den, Allah´ın Rasulü Muhammed´e, selâm üzerine olsun! Otori­teyi seninle paylaşma görevi bana verildi. Dünyanın yansı bizim, diğer yarısı da günahkâr olmalarına rağmen Ku-reyşlilerin». Peygamber (s.a.v.} elçilere bu konuda ne dü­şündüklerini sordu. Elçiler: «Biz de onunla aynı fikirdeyiz dediler. «Vallahi* dedi Peygamber (s.a.v.): «Eğer elçiler öldürülmez diye bir kural olmasaydı, sizin başınızı keser­dim.» Daha sonra efendilerine vermeleri için bir mektup yazdırdı: «Allah´ın Rasulü Muhammed´den yalancı Musey-lime´ye. Selâm doğru yola uyanların üstüne olsun! Gerçek­ten yeryüzü Allah´ındır, O kullarından dilediğine onu mi­ras bırakır, işüı sonu Allah´tan korkanların lehinedir»[46].

Bu sıralarda ortaya çıkan yalancı Peygamberlerden bi­ri Beni Esed´in başkam Tuîeyhe, diğeri de Yemenli Ka´b îbn Esved idi. Yemen´li belli bir başarı kazandı ve geniş bir alanda etkili oldu. Fakat bir süre sonra gurur ve kibiri nedeniyle taraftarlarının çoğu ona karşı çıktılar. Birkaç ay sonra da öldürüldü. Tuleyhe en sununda Halid tarafın­dan dize getirildi ve tüm iddialarından vazgeçerek İslâm´­ın güçlerinden biri oldu. Museylime´ye gelince onun kade­ri, Nuseybe´nin oğlu Abdullah´tan ölümcül bir kılıç yarası aldıktan sonra Vahşi´nin attığı mızrakla ölmek oldu. Fakat bu olay aylar sonra meydana geldi. Hac ay´ınm geçtiği ve Hicret´in onbirincı yılma girildiği şu an için bunlar îslâm a karşı potansiyel bir tehlike teşkil ediyorlardı. Aynı zaman­da kadın Peygamber olduğunu iddia eden Sace adında Temim´li bir kadın da ortaya çıkmıştı Fakat Peygamber (s.a. v.) bunlara karşı ani bir girişimde bulunmak istemi­yordu. Onun dikkati kuzeyde yoğunlaşmıştı. Yılın ikinci ayı olan Safer´in son günlerinde, yani, M. S. 632 yılının Mayıs ayı sonlarında, Mute´deki yenilginin karşılığının verilmesi zamanının geldiğine karar verdi. Zeyd ve Cafer´in öldürül­düğü gün İmparatorluk lejyonlarının tarafını tutan Suri-ye´li Arap kabilelerin üzerine bir sefer düzenlemek için hazırlıklara başlanmasını emrettikten sonra, gençliğine rağ­men üçbin kişilik orduya kumanda etme görevini Zeydln oğlu Üsame´ye verdi.

84. SEÇİM

Peygamber fs.a.v.) sürekli Cennet´i, tasvir ettiği şeyi sanki görüyormuş gibi anlatırdı. Bu izlenim başka´ işaret­lerle de desteklenirdi. Örneğin, bir keresinde elini sanki bir şey alıyormuş gibi uzattı ve tekrar geri çekti. Hiçbir şey söylemedi, fakat etrafında onun bu hareketine dikkat edenler sordular. «Cenne´ti gördüm,» diye cevap verdi «ve üzümlerinden bir salkım alabilmek için uzandım. Eğer onu alabilseydim, dünya durdukça onu yerdiniz»[47] Onlar Pey­gamber s.a.v.in bir bakıma ahirette olduğu fikrine alış­mışlardı. Belki de bu nedenle, o kendi ölümünden bahset­tiği veya burada olduğu gibi her an ölebileceğim ima etti­ği zamanlar, sözleri onlar üzerinde fazla etkili olmuyordu. Bunun yamsıra altmışüç yaşında olmasına rağmen, hâlâ genç bir adamın incelik ve vücut yapısına sahipti. Gözle­ri hâlâ ışıl ısıldı ve siyah saçlarında çok az beyazlık vardı. Yine de bir keresinde hanımları ile beraberken yakında öleceğine değinmesi onların, kendi aralarından ilk önce kimin ona kavuşacağı sorusunu yöneltmelerine neden ol­du. Peygamber (s.a.v.) «En uzağa erişebilen, bana ilk ön ce kavuşacak»-[48] diye cevap verdi. Bunun üzerine hangisinin kolunu daha uzun olduğunu anlamak için kollarını ölçme­ye başladılar. Kaynaklara kaydedilmemesine rağmen tah­minen kararlaştırmayı kazanan, diğerlerine nazaran en bü­yük en uzun olan Şevde idi. Diğer taraftan Zeyneb, minyon tipli bir kadındı, kolu da boyuna göreydi. Fakat bu olay-don yaklaşık en yıl sonra içlerinden ilk ölen Zeyneb oldu. İşte o zaman Peygamber (s.a.v.)´in «en uzağa erişebilen» deyimiyle en cömert olanı kasdettiğini anladılar. -Çünkü Zeyneb (r.)´de kendi adını taşıyan ve «fakirlerin annesi» diye anılan Peygamber (s.a.v.)´in diğer hanımı gibi çok cö­mertti.

Peygamber (s.a.v.) Suriye seferi için hazırlıklara baş­lanmasın emrettikten kısa bir süre sonra, ordu ayrılma­dan önce bir gece Ebu Muveyhibe adlı azatlı bir kölesini erken saatlerde çağırdı ve: «Mezarhktakiler için bağışlan­ma dilemem emredildi, benimle gel» dedi. Birlikte gittilor ve Baki´e vardıklarında Peygamber (s.a.v.): «Ey mezarlık halkı, selâm üzerinize olsun. Halinize sevinin, durumunuz Şimdi yaşayanlardan çok iyi. Kargaşalar en karanlık ge­cenin dalgaları gibi geliyor. Herbiri arkasına, herbiri bir öncekinden daha kötü» dedi. Daha sonra Ebu Muveyhibe´-ye döndü ve: «Bana bu dünya hazinelerinin anahtarları ve bu dünyada ölümsüzlük, ardından da Cennet sunuldu. Bu­nunla Rabbime ve Cennete kavuşma arasındaki seçim ba­na bırakıldı.» dedi. Ebu Muveyhibe «Ey bana anamdan ve babamdan daha sevgili olan, bu dünya hazinelerinin anah­tarlarını ve burada, ardından Cennet gelen Ölümsüzlüğü seç» dedi. Fakat Peygamber (s.a.v.) ona şu cevabı verdi: «Ben zaten Rabbime ve Cennete kavuşmayı seçtim.» Daha sonra Baki´de yatanlar için bağışlanma diledi[49].

O sabah veya ertesi gün başı o zamana kadar hiç ağrı­madığı bir şekilde ağrıdı. Fakat Peygamber (s.a.v.) yine de mescide gitti. Namazdan sonra minbere çıkıp, sonradan anlatılanlara göre sanki son defa yapıyormuş gibi Uhud şehitleri için rahmet diledi. Daha sonra: «Allah´ın kullar arasında bir kul var ki, Allah onu bu dünya ile kendisi­ni seçme konusunda serbest bıraktı. O kul da Allah´ı seçti-dedi Bunları söylediğinde Ebu Bekir ağlamaya başladı; çünkü Peygamber (sa.v.)´in kendisinden bahsettiğini ve seçimin kaçınılmaz ölüm olduğunu biliyordu. Peygamber ts.a.v.) onun ağladığını görerek ağlamamasını söyledikten sonra: «Ey insanlar, insanlar arasında arkadaşlığı ve ih­sanı ile bana en lütufkâr olan kişi Ebu Bekir´dir. Eğer İn­sanlar arasında hiç ayrılmayacağı bir arkadaş seçecek ol­sam, bu Ebu Bekir olurdu ?fakat iman kardeşliği ve arka­daşlığı Allah bizi huzurunda birleştirene kadar bizimdir» iste bu konuşmadan sonra Mescid´i çevreleyen ve kapılan Mescide açılan özel evlere bakarak: «Mescide açılan şu ka­pılara bakın. Ebu Bekir´in kapısı hariç hepsini kapatın.[50] dedi Minberden inmeden önce şöyle dedi: «Ben. sizden ön­ce gidiyorum ve sizin şahidinızim. Sizinle, şimdi şu durdu­ğum yerden gördüğüm Havuz´da[51] bulaşacağım. Sizin Allah´ in yanında İlahlar edineceğinizden korkmuyorum. Sizin için bu dünyadan korkuyorum, ola ki dünyevi şeyler için bırbırınizle rekabet edersiniz.»[52].

Mescidden çıktıktan sonra, ev sahipliği yapma sırası Meymune´de olduğu için onun odasına gitti. Cemaate ko­nuşma yapmak iç m harcadığı güç, ateşini yükseltmişti. Bir veya iki saat sonra Aişe´nin kendi hastalığını bilmesi­ni istediği İçin onun odasına gitti. Aişe´nin başı ağrıyordu, n içeri girdiğinde «of başım!» diye inledi. Peygamber (s,a. v.) «Hayır, Aişe, aslında of (benim) başım»[53] dedi. Onun yuzunü ölümcül bir hastalığın İzlerini ararcasma araştır­dı. Böyle birşey göremeyince: «Ben hayatta iken olmasını isterdim.» Aişe´nin ölümünü kastediyordu «O zamaiı senin için bağışlanma diler, sana rahmet diler, seni ke­ti)

fenler, namaziiu kılar ve gömerdim» dedi. Aişe (r.) onun hasta olduğunu görüyordu ve sesinin tonu onu telâşlan­dırmıştı. Fakat yine de onu neşelendirmeye çalıştı ve onu biraz olsun gülümsetmeyi başardı. Peygamber (s.a.v.) tek­rar: «Hayır of (benim) başım!»1 dedi ve Meymune´ye dön­dü.

Sağlıklı olduğu zamanlardaki gibi davranmaya çalışı­yordu ve her zamanki gibi Mescidde namazları kıldırıyor­du. Fakat hastalığı öyle arttı ki, sadece oturarak namaz kı­labilecek hale geldi. O zaman cemaate onların da oturarak kıîmalgn gerektiğini söyledi. O gün sırası gelen hanımınm odasına gittiğinde: «Yarın neredeyim?» diye sordu. Hanımı da ertesi günü sırası gelen han

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizlenecek, genel görünümde yer almayacaktır.
  • Web sayfası ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantıya çevrilir.
  • İzin verilen HTML etiketleri: <a> <em> <strong> <cite> <code> <ul> <ol> <li> <dl> <dt> <dd> <img> <b> <center>
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünürler.

Biçimlendirme seçenekleri hakkında daha fazla bilgi

Son yorumlar