TarihSayfası tarihsayfasi.com



warning: Creating default object from empty value in /home/icom/domains/ihya.com/public_html/tarih/modules/taxonomy/taxonomy.pages.inc on line 33.

Tarih

Afganistan?da iç savaşın çıkış sebeplerinin başında Afgan mücahit gruplarının kabile yapısından kendilerini kurtaramamaları gelir. Bu durum Sovyet ordusunun çekilmesinden sonra da devam etmiş, ülkede birlik ve beraberlik sağlanamamıştır. Mücahit gruplar kabilelere dayanmalarının yanısıra ?Ilımlılar? ve ?Radikaller? olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Ayrıca Afganistan?da yaşayan 6 milyon dolayındaki Türk?te ?Müslümanlar Birliği? adlı ayrı bir grup oluşturmuştur.

Türk mücahit grubunun başına geçen Azad Beg, Peşevar vadisine göç eden ve Afganistan?da kalan Türkleri bir araya toplamıştır. Ancak bu Türk mücahit grubu, Türkiye veya uluslararası kuruluşların sağladığı yardımlardan faydalandırılmamıştır. Bunun üzerine Türkiye, Pakistan?da yaşayan Afganlı mültecilerden 5 bin kişilik bir Türk grubu Türkiye?ye getirmiş ve diğerlerine de özel yardım yapmıştır.

Sovyet danışman veya teknisyenlerden Orta Asya kökenlilerin çoğunluğunu Tacikler teşkil etmiştir. Sovyetler, Afganistan?ı istilaları sırasında Öğretim Elemenları?nın yetersiz oluşu nedeni ile fazla başarı sağlayamamışlardır. Ancak Sovyetler Birliği?ne eğitim amaçlı gönderilen Afganlı öğrenci sayısı önemli miktarda artmıştır. Örneğin 1980?de Taşkent?teki 600 Afganlı öğrenci varken daha sonra bu sayı, 5.000?e yükselmiştir.

1982 yılında Sovyetler Birliği?nde eğitim gören toplam Afganlı öğrenci sayısı, 25.000?e ulaşmıştır. Taşkent?te bulunan ve Özbekçe bilen bazı Afganlı öğrenciler, ülkelerindeki mücahit faaliyetleri hakkında Özbeklerle bilgi veriyorlardı. Bu durumu önlemek isteyen Sovyet yetkilileri, Afganlı ögrencileri Moskova ve Leningrad?a taşımak istemiştir. Ancak Özbek lider Reşidov?ın girişimleri ile, bu durum önlenmiştir.

II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda Türkiye, bazı sıkıntılı devreler yaşaması ve bunların üstesinden gelmesine rağmen hala Sovyet tehdit ve tehlikesi altında olacaktır. Bu şartlar altında NATO ittifakına giren ve güvenliğini teminat altına alan Türkiye, diğer dost ülkeler ve Afganistan?la olan dış ilişkilerinde bazı değişiklikler yapmak durumunda kalmıştır. Bu durum, Afganistan?ı içeride olduğu kadar dışarıda da sıkıntıya sokmuş ve yeniden yalnızlığa itmiştir.

Sovyetler Birliği ve Afganistan birbirini ilk tanıyan ülkeler olmuşlardır. Sovyet-Afgan anlaşmasının imzalanmasından üç gün sonra, yani 1 Mart 1921?de, Afgan heyeti ile Türk elçilik heyeti arasında da ilk Türk-Afgan ittifakı Moskova?da imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre Türkiye Afganistan?ın bağımsızlığını tanıyordu. Ayrıca taraflardan birine yapılacak saldırıyı diğer taraf kendine yapılmış sayacaktı. Yine bu anlaşmaya göre, Türkiye kültürel yardım çerçevesinde Afganistan?a öğretmen ve subaylar gönderecekti. Böylece iki kardeş millet arasında mevcut olan manevi birlik, resmi bir anlaşma şekline dönüşmüş oluyordu.

Afganistan, sahip olduğu coğrafi konumdan dolayı tarih boyunca çeşitli milletlerin istila ve işgaline maruz kalmıştır. M.Ö. 500'lü yıllarda ilk defa İranlılar'ca işgal edilen bölge, daha sonra Büyük İskender orduları tarafından ele geçirilmiştir. Arkasından bölgede Baktriana Devleti kurulmuştur. Bu devlet, kurulmasından yaklaşık bir asır sonra Hindistan'da bulunan Çandragupta devletli ile mücadele etmek zorunda kalmıştır.

Baktriana Devleti, bu mücadele ve kuzeyden gelen baskılar sonucu, M.S. 50?de yıkılmıştır. Böylece bölge, batıdan gelen tehlikeleri atlattıktan sonra kuzeyden gelen kavimler tarafından tehdit edilmeye başlamıştır. Bölge; 50-125 yılları arası Türk asıllı oldukları tahmin edilen İskit ve 125-480 yılları arasında ise, Kuşanlar'ın hakimiyet altına girmiştir.

Afganistan Devleti, Afganların bölgedeki diğer topluluklar üzerinde üstünlük kazanmaları ile 18. asırda kurulmuştur. Dil ve ırk birliği bulunmayan bu ülkede, siyasi birlikte yoktur. Bugün yaklaşık 25 milyon insanın yaşadığı Afganistan?ın toprak büyüklüğü, 657.500 km2?lik bir yüzölçüme sahiptir. Afganistan; kuzeyinde Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan ile; doğusunda Çin Türkistan?ı (Doğu Türkistan), Keşmir ve Pakistan ile; güneyinde Pakistan ve batısında ise, İran ile komşudur.

Tapu ve kadastro işlemlerinin, bir milletin devlet idaresi, gelir ve giderlerinin kontrolü, kısaca hukuk ve iktisat sistemi açısından ne kadar büyük bir ehemmiyeti haiz olduğunu belirtmekte fayda vardır kanaatindeyiz. Ayrıca 60 senedir, güzel yurdumun tapu-kadastro işlemlerini bitiremediğimizi ve bu yüzden çok kimselerin haklarının zayi olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğiz. Her güzel şeyde olduğu gibi, bu mevzuda da, Müslümanların ve bilhassa da müslüman Türklerin rehberlik etmiş olduklarını ve dünyada ilk tapu kanunun büyük Fatih Sultan Mehmet tarafından hazırlandığını, dünya ilim âlemine iftiharla açıklıyoruz. Meseleyi biraz daha açarsak, bizi şaşırtacak hakikatlerle karşı karşıya geleceğiz. Şöyle ki;

İslam devletini bir dünya devleti haline getiren Hz. Ömer, Müslümanların fetih ettikleri memleketin gelir ve giderini, nüfusunu ve diğer coğrafi durumunu bilmenin, devletin zaruri görevi olduğunu anlamış, ilk gelir-gider defterleri ve tapu kayıtları demek olan Divan usulü nü geliştirmiştir. Hatta Osman bin Hanif’i Irak arazisinin tapu kadastrosunu yapmak için görevlendirdiğinde şu talimatı vermiştir “Şen ve mamur olan yerlerin alanlarını ölçünüz; bilfiil ziraat edilen veya edilebilecek olan araziyi tespit ediniz. Verimsiz ve çorak yerleri; çift sürülmesi kabil olmayan öyükleri, tepeleri; ormanları, bataklıklar ve sazlıkları ve benzeri araziyi vergide esas alınacak arazi arasına katmayınız.” (1)

Tarihte, tıbbi araştırmalara dinler farklı bir şekilde yaklaşmışlardır. Ortaçağda Hıristiyanlığın bu noktada menü bir tutum içinde olduğunu görüyoruz. Bu husus için Robert Brifault’un “Making of Humanity” isimli eserine (s: 190–202) bakalım. “Roger Bacon, Arapça öğrenmiş ve Arap ilimlerini tahsil etmiştir. Fakat gerek Bacon, gerek daha sonra gelen adaşı, tecrübe usulünü, dünyaya sunmuş olmak şerefini kazanmağa layık değillerdir. Çünkü Roger Bacon, İslam ilim ve usulünü, Hıristiyan Avrupa’ya nakleden havarilerden biri sayılmaktan daha ileri sayılamaz. Hatta kendisi, Arapça öğrenmenin ve Arap ilmini tahsil etmenin hakiki ilme kavuşmak için biricik çare olduğunu çağdaşlarına anlatmak zahmetini dahi düşünmemiştir. Müslümanların tecrübe usulü, Bacon’un zamanında Avrupa’da iyiden iyiye yayılmış ve sağlamca yerleşmiş bulunuyordu. Roger Bacon Oxford’da bir iki ufak ilmi deney yapmağa kalkışınca bütün Oxford hocaları öğrencileriyle birlikte ayaklandı.

İnsanın yeryüzünde varlığını sürdürebilmesinin şartı da, tek başına bile kalmış olsa, bu gezegen üzerinde “Allah” ile ünsiyeti olan son bir kalbin var olmasıdır. Ve sonra bu dünyanın ve evrenin varlık sebebi ortadan kalkmış olacaktır.

Tarih bilincimiz, kimliğimizi inşa eden değerlerin ne kadar farkında olduğumuzla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Yeryüzünde “Allah” diyen tek bir insan var oldukça kıyametin kopmayacağına dair bilgimiz, tarihî ve güncel olaylara yaklaşımımızda bize bir rehberdir. Bu bilgiyi tarih bilincimizi yapılandırmak için kullandığımızda karşımıza çıkan sonuç, dünya tarihinin merkezinde bir başkasının değil, kesinlikle müslümanların olduğu gerçeğidir.

Yeryüzünde “Allah” diyen bir tek insanın kalmamasıyla kıyametin kopması arasındaki ilişki, bizlere öncelikle insan denen türün yeryüzündeki varlığının anlamını kavratır. Allah insanı kendisi için yaratmıştır ve diğer yarattıklarını da insan için... Böylece Allah’ın kudretinin ayetleri olarak her tarafımızı kuşatmış varlıkların biz var olduğumuz için var olduklarını, yaratıcılarından verdikleri haberi kavrama yeteneğine sahip olduğumuz için etrafımızda konumlandırıldıklarını anlarız.

Tarih yapmak kadar, tarih yazmak da önemli bir iştir. Tarihe nasıl baktığımız, geçmiş ve gelecek tasavvurumuzun önemli bir parçasıdır. İslâm dünyası uzun bir süredir Avrupa-merkezci bir bakış açısıyla tarihe bakıyor. Bu yüzden tarihimizi genç nesillere zengin bir birikim değil, ancak nostalji olarak anlatıyoruz. Dünya tarihinin başlıca aktörü olan İslâm ve Müslümanlar, adeta tarihin kıyısında yaşıyor. Kendilerini merkezde görme cesaretine sahip değiller. Yeni nesillere güçlü bir tarih bilinci aşılamak, önce tarihi doğru okuyup anlamakla mümkün.

Tarih konusunda iki temel yanlışa sıkça rastlıyoruz. Birincisi tarihe salt bir nostalji olarak bakmak. Geçmişte her şeyin iyi, güzel, doğru, mükemmel olduğu inancı, kendi tarihimizi eleştirel bir gözle ele almamıza engel oluyor. Tarihe güven adı altında aslında kendi tarihimizi işlevsiz hale getiriyoruz. Nostaljiye dönüştürülmüş bir tarihten bugüne ilişkin dersler çıkarmak mümkün değil.

Son yorumlar